Bir Ramazan’a daha ulaşmanın buruk sevincini yaşıyoruz. Ülkemiz büyük bir felaketi yaşadı. Deyim yerindeyse tabiat insanlara, kendisiyle birlikte kurallarına göre yaşanılması gerektiğini acı bir şekilde hatırlattı.

Bu öyle bir acıydı ki bütün evlere, yüreklere kor gibi düştü. Evler ve yuvalar bir bir harap oldu. Tahribat büyük, toparlanıp yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Nerede hata yaptık diye kendi kendimize hayıflanıyoruz. Bunun altından nasıl kalkabiliriz diye düşünüyoruz. Adeta hiç geçmeyecek bir acı, bitmeyecek bir elem gibi önümüzde duruyor.

Depremin yanı sıra bazı illerimizde de sel felaketi yaşandı yine canlar gitti. Elbette aynı acıları bir daha yaşamamak için bazı şeyleri sorgulamak zorundayız. Felakete davetiye çıkarırcasına, dereleri ıslah etmeden imara izin veriyoruz. Fay hattına ev yapıyoruz. Bu evleri daha fazla kazanma hırsıyla kat kat yapıyoruz. Depremin meydana getireceği tahribatları ve yıkımları hafife alıp, yeterince tedbir almıyoruz.

Başımıza gelen birçok felaketi, gerekli tedbirleri almadan geçiştirip aynı hataları tekrarlayıp duruyoruz. Tevekkülü ise tembellik aracı olarak kullanıyoruz. Dere yatağına ev yapıyoruz. Sonra da Allah’tan bize acımasını bekliyoruz. Unutmayalım ki Sünnetullah yasalara bir atıftır, kurallara uyun demektir. Allah Sünnetullah’ta değişiklik yapmaz. Bu nedenle Allah’ın âlemle münasebetini iyi bilmek zorundayız. Yoksa yaşadığımız bu acılar tekrar eder.

Halen de ders alınmış gibi görünmüyor. Şehirleşme konusunda işi profesyonellere bırakmıyoruz. Büyük pastadan nasıl pay kaparız, ihaleleri nasıl alır paylaştırırız hesabındayız, işi ehline vermiyoruz. Bunu yapmayınca da problemler, belalar ve musibetler başımızdan eksik olmuyor.

FİZİKSEL VE RUHSAL REHABİLİTE

Ramazan ayı böyle bir kaos ortamı içerisinde sessizce kapımıza geldi. Bir ay boyunca oruç ve diğer ibadetleri yerine getirmeye çalışacağız. Ramazan fiziksel ve ruhsal olarak rehabilite olmamızı sağlayacak bir aydır.

Sadece deprem bölgesinde değil, tüm ülkede bu manevi atmosfere ihtiyacımız var. Özellikle de depremde maddi-manevi büyük kayıplar yaşayan insanların acılarını dindirecekleri, yaralarını rehabilite edebilecekleri bir havayı teneffüs edip, Allah’ın muhabbetiyle, rahmetiyle doldurulacak bir ay olur.

Bu Ramazan diğer Ramazan’lardan biraz daha farklı olarak kardeşliği daha fazla düşünme vakti olacak. Bu Ramazan’da halen çadırlarda kıt kanaat geçimini sağlayan, yakınlarını kaybetmiş, serveti yok olmuş insanlar var. Bunlara yardımcı olacağız. Paylaşımı, kardeşliği daha bir hayatımızda önceleyeceğiz.

İbadetlerimizi büyük bir huşu ve samimiyetle yapmak durumundayız. Nefis muhasebesi yaparak, kendimizi hesaba çekeceğiz. Nerede hata yaptık? Bir daha tekrarlamamak, ciddi bir nefis terbiyesi yaparak kendimizi hesaba çekmek durumundayız.

Son dönemde yaşadığımız felaketlerde insanın emeği çok fazla. Çünkü Allah insana zulmetmez. Kur’an’ın birçok yerinde Allah insanın doğaya, tabiata zarar vermemesi gerektiğini hatırlatıyor.

Evet, buruk ama geleceği inşa edecek bir oruç mevsimine giriyoruz. Temenni ederiz ki bu Ramazan yaralarımızı saran, bizi tekrar hayata bağlayan bir dönem olur. Rahmetiyle, bereketiyle, inayetiyle, sonsuzluk gücünü keşfetmemizi ve anlamamızı sağlar. Allah’a olan bağlılığımız biraz daha pekişir/perçinleşir.

BENLİĞİMİZİ İNŞA ETME VAKTİ

Bu deprem ve felaketler aslında Allah’ın sonsuz güç ve kudreti, azameti karşısında ne kadar zayıf, güçsüz ve çaresiz olduğumuzu, Allah’ın inayetine, rahmetine ne kadar çok muhtaç olduğumuzu gösteren önemli derslerden birisi olsa gerek. Ramazan’ı bu dersi almanın da bir parçası olarak idrak edeceğiz.

Allah’a iman etmenin aslında onun bize verdiği kuralları, uyarıları dikkate almak, kaderi doğru anlamak, âlemle ilişkilere düzgün yön vermek gibi hususları algılamamız, anlamamız ve bunu sıkça tefekkür etmemiz için önemli bir not olarak karşımızda duruyor.

Evet, Ramazan’da yeme içme ve bedeni arzu ve isteklerden uzak kalırsak farz ibadetimizi yerine getirmiş olur ama onun rahmetinden yeterince faydalanmış olmayız. Ramazan’ın feyzi, bereketi ancak orucu bütün benliğimizle tuttuğumuz takdirde gerçekleşir.

Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi Allah’ın kötülükleri terk etmeyenin aç ve susuz kalmasına (oruç tutmasına) ihtiyacı yoktur.

Bu nedenle; Ramazan Kur’an ayıdır, infak ayıdır, zekât ayıdır, kardeşlik ayıdır. Ramazan’ın manevi ruhu bütün benliğimize işlemeli; iftarıyla, sahuruyla, teravihiyle, infakıyla, mukabelesiyle ayrı ayrı yaşanıp, hissedilmelidir.

Doç. Dr. Necmettin ÇALIŞKAN 23.03.23

Kahramanmaraş afetinin büyük hasarlara ve can kayıplarına yol açtığı bölgede zorunlu deprem sigortası (DASK) oranı oldukça düşük.
Özellikle Hatay’da yüzde 39.
Mevcut yasal düzenlemelere göre DASK yoksa yıkılan evinin yerine hak sahibi olamıyorsunuz..
(7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısiyle Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun)
2017 yılında bazı depremler sayılarak hak sahibi olabilmek için DASK zorunluluğunun aranmayacağı belirtilmişti ve DASK olmasa da evi yıkılana hak sahipliği hakkı tanınmıştı..
Depremin üzerinden 40 günden fazla zaman geçmiş olmasına rağmen bu konuda düzenleme söz konusu değil ve üstelik herhangi bir açıklama da yapılmış değil..
İskenderun’un yeni yerleşim planları gibi bu da muamma..
Memleket mi sahipsiz yoksa biz mi başka yerde yaşıyoruz anlamak zor.
Depremi yaşayan çevre illerde toplumun her konuda aydınlatıldığını ve süreçlerin çok daha hızlı yürütüldüğünü, kamu kurum ve kuruluşlarının bilgilendirme mesajları paylaştığını görüyoruz.
Görüyoruz ki
Hatay’ın başı kel ve Kimsesiz..
İSKENDERUN’UN YENİ YERLEŞİM PLANLARI NEDİR?
İskenderun’un yeni yerleşim planları nedir?
İl Merkezi Antakya ile ilgili bilgilendirme yapılırken, İskenderun ile ilgili bilgilendirme neden yapılmıyor?
İskenderun Kamuoyunun bu konudaki merakı ne zaman giderilecek?
İskenderun halkı yeni yerleşim planlarını merak ediyor çünkü..
Yetkililere duyurulur…

Bugünkü yaşadığımız siyasi süreçte -iyi niyetli olanları bir kenara bırakıyorum- Saadet’in bu kadar tasfiye edilmesine, baskılara maruz kalmasına ve dışlanmasına rağmen bu kadar zaman sonra siyasette “oyun kurucu” olması birilerini rahatsız ediyor.

Saadet’in tabanı, yönetimin ihanet içerisinde olmadığını bildiğinden ve ihlasla hareket ettiğine inandığından, aldığı bütün kararlarına itaat edip destek veriyor. AK Parti veya başka bir partiyle de iş birliği yapılsaydı yine baş üstüne diyecekti.

Bugün Saadet’in belirleyici rol üstlenmesinden rahatsız olanlar ne sağcı-solcu ne liberal ne de başka bir kesim. Sadece eski Refahlılar, yani bizimkiler/aramızdan ayrılan kardeşlerimiz.

Ömründe Saadet Partisi’ne hiç oy vermemiş, -oy vermek nasip olmamış- kendini Millî Görüşçü olarak adlandıran deyim yerindeyse Millî Görüş nostaljisi yaşayanlar, bu durumdan rahatsız oluyor. Gönül bağınız bulunsa bile hiç oy vermediğiniz bir parti için asıp kesmeye, kırıp dökmeye hiç gerek yok. Samimiyetinizi tartışmıyoruz ama bırakın herkes kendi partisini yönetsin.

Dost/düşman herkesin bildiği bir gerçek var ki; “Saadet’in içinde bulunduğu herhangi bir yapıdan bu ülkeye asla zarar gelmez.” Bu gerçeği cümle âlem bildiği ve kabullendiği için Saadet, bu süreçte bu kadar etkin oldu. Bu sebepledir ki, ittifak bileşenlerinden hedefe konan sadece Saadet var. Yıllarca kol kola yürüdükleri adamların karşılarında olmalarından hiç gocunmuyorlar. Onları ihanetle suçlamıyor, sadece Saadet’in pusula oluşuna öfkeleniyorlar.

Halk oy vermese de gönlünde Saadet’in ayrı bir yeri var. Herkes hakkını teslim eder, duruşunu takdir eder.

İTTİFAKLAR VE ÜÇLÜ BLOKLAR

Bugün mesele, aday meselesi de değildir. Ali inecek Veli binecek, Ahmet gidecek Mehmet gelecek hiç değildir. Devlet yönetiminde siyasi partiler, fikirler ve kadrolar vardır. Şahıslar, sembolik anlam ifade eder.

İki ana ittifak bloku, üçlü temsilden müteşekkildir. İçinde tarih boyu “karanlık derin adamların” olduğu blok mu yoksa Temel Bey’in olduğu Saadet’li blok mu bu ülkeye hayır getirir? Esas sorulması gereken soru bu olmalıdır.

Kaldı ki AK Partili dostlar açısından şunu söyleyebiliriz. Birinci AK Parti döneminde Genel Başkan Erdoğan’ın arkasında bulunan Abdullah Gül, Bülent Arınç, Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu gitti yerine ikinci AK Parti dönemi geldi. 15 Temmuz sonrası oluşturulan bu dönemdeki fotoğraf karesinde hangi isimlerin olduğu herkesin malumudur.

Aslında 28 Şubat’ın aktörleri bugün de aktifler. Sembolik olarak tepede duran ismin bir yaptırım gücü yok. Yirmi yılı aşkın süredir iş başında bulunan kişinin yaptırım gücü olsaydı şimdiye kadar belki de neler yapmazdı ki? Ama gücü yok, bir blokajın esareti altında.

Kamuoyunda dillendirilen, bir partinin “tek başına iktidara geldiğinde olması muhtemel bütün kötülüklerin bugün fazlasıyla varlığından” habersizler; görmek, duymak, bilmek ve inanmak istemiyorlar. Köşeye sıkışınca da kendilerince her şeye kılıf uyduruyorlar.

İKİ PARTİLİ SİSTEM

2018 Anayasası ile artık Türkiye’de siyaset iki bloktan oluşmak zorunda. Çünkü çok partili hayat, biraz daha özgürlük ve farklı seslerden oluşuyordu. Her dediklerini kabul ettiremiyorlardı. Ama iki partili sistem; dış güçler açışından çok daha elverişli ve kullanışlı. Ya yazı gelecek ya tura!

Bu nedenle bugün siyasette tek başına değil, iki bloktan birinde olmak zorundasınız. Sistemi bu hale getirenler utansın. Buna alet olanlar; Türkiye’nin kalkınacağını, coşacağını hatta süper güç olacağını, dünyanın bilmem kaçıncı en büyüğü olacağını söyleyip halkı avutanlar ve bu sisteme mahkûm edenler utansın.

Muhafazakâr seçmen, ideolojik yaklaşım ve kazanımlar üzerinden siyasete yaklaşıyor. Ekonomi, hukuk, eğitim, dış politika ve sosyal alanlardaki büyük fiyasko ve başarısızlıkları görmek istemiyor görmezden geliyor. Çünkü “ne olursa olsun bizden olsun” gibi anlamsız bir saplantı içindeler. Herkesin malumu ki ülkede büyük bir enkaz var. Bu enkazı mevcut hükümet ortadan kaldırabilecek olsaydı bu durumda olmazdık. Bu enkaz elbirliğiyle kaldırılmalı ve tek kişiye emanet edildiğinde ülkenin ne hale geldiğini yaşayarak gördük.

Nitekim son dönemin en önemli sınavı depremdi. Devletin asli görevi vatandaşın güvenliğini sağlamak ve onu korumakken bu görev yerine getirilemedi. Ancak 72 saat sonra müdahale edilebildi. Bunu da helallik isteyerek kapatmaya çalışıyorlar. Aynı şeyi başka bir iktidar yapsaydı ne olurdu?

Saplantıları bırakıp şu gerçeği itiraf etmeli ki; “Sorunların çözümü; ancak içinde Saadet’in bulunduğu konsensüs ve ortak akılla mümkündür!”

Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 16.03.23

Sancılı bir süreç yaşanmış olsa da Altılı Masa nihayet kararını vererek Cumhurbaşkanı Adayını “kriterleri sağlam belirlenmiş bir konsensüs” ve ortak bir görüşle açıkladı. 13. Cumhurbaşkanı adayı olarak Kemal Kılıçdaroğlu, Millet İttifakının adayı olarak gösterildi.

İki yıldır Altılı Masanın, her toplantısında bir adım daha ileriye gitmesi ittifakın başarılı olacağına dair ipucu vermektedir. Masada bugüne kadar gösterilen performans ülke yönetiminde daha ileri gidecektir.

Adayın açıklandığı ana ilişkin sembolik hususlar dikkat çekici. Siyasetin cazibe merkezi olmaktan öte güven telkin eden yed-i emin alanı olarak Saadet Partisi Genel Merkezinde, toplumda “Bilge Başkan/Lider” olarak ün yapan Genel Başkan tarafından, milletin ortak değeri, ay yıldızlı bayrağımızın altında ve Berat Gecesinde gerçekleşmesi tesadüfse de bilinçli tercihse de her türlü iyi olmuştur. Herhangi bir dünya görüşü veya ideolojiyi temsil edecek bir bayrak, flama değil ortak değerlerde buluşulması, millet ittifakının tek yürek olduğunu göstermesi açısından son derece önemlidir.

İçte ve dışta buhran yaşadığımız bu dönemde geniş yelpazeli ittifak, çoğulculuğu esas alarak farklı yapıları birleştirdi. Bu da ancak ülkesini seven, milli ve manevi değerlerine bağlı insanların mevcut durumu gerçek “beka sorunu” olarak gördüğü için bir masa etrafında toplanması durumun ciddiyetini ortaya koymaktadır.

Her parti lideri kendi uzmanlık alanıyla masaya katkı sağlayarak dağınık görünen bir yapının aksine güçlü olmasını sağlayacak. Üzerinde durulması gereken bir başka husus adayın; CHP’nin değil, Millet İttifakının adayı olmasıdır.

SAADETİN TARİHİ ROLÜ

 Süreçte doğal olarak kilit rol üstlenen Saadet Partisi, toplumun gönlünde yer eden, sağ-muhafazakâr ve dindar kitle açısından güven veren bir imajı ve misyonu vardır. Milletin hafızasına kazınan kötü uygulamalar, Saadet Partisi binasında adayın açıklanmasıyla “CHP’nin geçmişteki bu problemleriyle yüzleştiği, bunlardan vazgeçtiği ve hatalarını kabul ettiği” anlaşılıyor.

İmam Hatipler ve başörtüsü gibi toplumun bam teline basan konularda toplum nezdinde kabul görmeyen uygulamalarla, özgürlüklerin kısıtlandığını gördüğü ve bu yaklaşımında artık eskisi gibi olmayacağını göstermesi açısından son derece önemliydi. Son yıllardaki helalleşme isteği kendi içinde hesaplaşmanın da farklı bir boyutuydu.

Şimdi Saadet Partisi özgül ağırlığıyla el feneri vazifesi görecek. Mevcut konjonktürde Millet İttifakının oluşması ve devamlılığı açısından masaya etkisinin önemine toplum şahitlik ettiği gibi bundan sonra da icraatlarda etkisine şahitlik edecek.

İttifakın oluşumu ve devamlılığı açısından gösterdiği gayretlerden dolayı Temel Karamollaoğlu’nu ayrı tutmak gerekirse de Millet İttifakı liderlerinin tümünün iyi niyetli olması ve yapıcı rol üstlenmeleri adayın işini kolaylaştıracaktır. Zaten adayın şahsıyla ilgili olumsuz bir ifade kullanılmaması da seçim sonuçlarına yansıyacak niteliktedir. İhanet, yalancılık, hırsızlık ve iki yüzlülük gibi temsiliyet makamındaki devlet adamında yüz kızartıcı vasıflarla ithama maruz kalmaması dikkat çekicidir.

Alınan bu tarihi karar sonrasında yazılacak, konuşulacak çok şey var. Millî Görüş ittifaklar tarihidir. Saadet, siyaset sahnesinde var olduğu süreç boyunca, ülkede bütünleştirici rol üstlenen bir parti olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Saadet; tarihi boyunca istisnasız bütün seçimlerde birileriyle ittifak arayışı içerisinde bulunmuştur. Çünkü “güçlü girilen seçimde başarılı sonuç alınacağı” gerçeğinden hareketle belki de bugüne kadar yapılan en iyi ittifak bu seçimde gerçekleşecektir.

Türkiye’nin tarihi, siyaset bilimi ve sosyolojinin gereği olarak 20 yıllık iktidarın değişim zorunluluğu kaçınılmaz bir gerçektir. Saadetin içinde bulunduğu blokla bu değişimle, keskinliği frenlenmiş, yumuşak geçiş olması sağlanmış olacaktır.

İTTİFAKIN ANA NEDENİ

İttifakı ortaya çıkaran şey, kaybeden küçük partilerin kazanma hırsı değil; aksine ülkede BOP eş başkanlığı gölgesindeki Irak savaşıyla (2003) başlayan Suriye ile devam eden, İsrail’in hamiliğini yapan, sosyal yapıyı çökerten, deizmi yaygınlaştıran, aile mefhumunu yok eden, meşum 15 Temmuz sürecindeki işbirliklerine rağmen kendileri sıyrılıp faturayı garibanlara kesen, ülkede huzuru dinamitleyen işbaşındaki “üçlü yönetimin” ülkeyi getirdiği kaos, karmaşa ve çıkmaza alternatif bir arayış girişimidir.

Depremdeki beceriksiz, sorumsuz yönetim ve yaklaşım da tuzu biberi olarak süreci hızlandırmış, milleti çıkış yolu arayışına sevk etmiştir. Ülkede vazgeçilemeyecek tek şeyin ülkenin kendisi olduğu, hiçbir iktidarın vazgeçilmez olmadığı gerçeğini kavramasıdır.

 Kamuoyuna sunulan cumhurbaşkanı yardımcılığı konusu gündemi epey meşgul ediyor. İttifaktaki Genel Başkanların Cumhurbaşkanı Yardımcılığı görevine gelecek olması ittifak bileşenleri tabanlar açısından önemli. Herkes kendi genel başkanını Cumhurbaşkanı yardımcısı seçtirmek için gönül huzuru içinde canla başla kampanya yürütecektir.

Millet İttifakını birleştiren en önemli husus halihazırdaki meclis içi ve dışı destekli tek adam yönetimi olması, ülkeyi getirdiği kriz/kaos ortamıdır.

Son olarak, seçim sürecini etkileyecek olumsuz olayların, kararların ortaya çıkmaması ve bu konuda her türlü tedbirin alınması önemlidir.

Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 09.03.23

Millet İttifakı, yayınlamış olduğu mutabakat metni ile; tam bağımsız, hak ve hukuku üstün tutan, şeffaf, denetlenebilir ve kendi içerisinde otokontrolü sağlayacak bir sistem kuracağını vaat ediyor.

Artık kişilerden çok sistemin üstün tutulduğu ve geleceğe daha güvenle bakılmasını sağlayacak bir mutabakat metni ilan edildi. Kendi içinde geliştirilebilecek birçok maddeyi ihtiva eden metinde öne çıkan bazı hususları değerlendirmekte ve bu minvalde kamuoyunu aydınlatmakta yarar görüyoruz.

YÖNETİM

Öncelikle mutabakat metni, “şahıs” devletine son vermeyi vaat etmesi bakımından oldukça önemlidir. Nitekim topyekûn ülkeyi etkileyecek ve tehlikeye atabilecek kararlar ancak güçlü bir “parlamenter sistem”in tesisiyle engellenebilir. Böylece ülke, tek adam aklıyla değil, kolektif bir oluşumun aklıyla yönetilir. Kişilerin sübjektif ve tarafgir davranış ve kararlarının kontrol altına alınabilmesi devletin bekası açısından çok değerlidir.

Mevcut sistemde bakanlıkların il müdürlüklerine, valiliklerin parti il başkanlığı seviyesine indirilmiş olduğu utanç verici bir gerçektir. Bununla birlikte tarihte çokça örneğini gördüğümüz, yakın zamanda da Putin ile somutlaşan bu tarz yönetimlerin vereceği zararlar, ancak ortak aklın devrede olduğu bir yönetim sistemiyle bertaraf edilebilir. Bu şekilde daha sağlıklı kararların alınabileceği ortadadır. Öte yandan Seçim barajının düşürülmesi bu itibarla önemlidir. Zira temsil gücü yüksek demokrasilerin başarısı her platformda kendini göstermektedir.

HUKUK

Bir devletin olmazsa olmazı ve en hayati organıdır. Yıllarca tek adam rejiminde bütün hukuksal uygulamaların tersyüz edildiğini düşünürsek metinde yer alan kararların ne kadar gerekli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Evrensel hukuk ilkelerinin öncelendiği ve hâkimlerin/savcıların denetlenebilir olduğu ve bulandırılan hukukî süreçlerin şeffaf karar alma sürecine evrilmesi gerektiği herkesin malumudur.

Dolayısıyla mutabakatın vaat ettiği yeni sistem, özel yetkili mahkemelerle her türlü usulsüzlüğün kılıfına uydurulduğu, kaotik guguk sisteminden hukuka geçişin ilanıdır. Bu nedenle KHK’ların bezdirdiği adalet sisteminin ıslahı bakımından metindeki vurgular gayet isabetlidir. KHK mağdurlarının konusu yalnızca FETÖ üzerinden değerlendirilemeyecek kadar önemlidir. Zira sistem kökünden çürümüş durumda olduğundan, düzeltilmesi adına atılacak her adım değerlidir.

EKONOMİ

Son yıllarda dünyayı da derinden etkileyen salgın sürecinin oluşturduğu ekonomik buhran, en çok da ülkemizi etkilemiştir. Burada hükümetin karar alma sürecindeki yetersizliği ve affedilemez hataları ekonomiyi derinden yaralamıştır. Ülke enkaza dönmüş ve milletçe borç batağına sürüklenmiştir. Bu kaotik durumdan kurtuluşun yolu “üretimin artırılması” ve göz göre göre düşürülen Türk Lirası’nın değerini yükseltmekten geçmektedir. Nitekim metinde yer alan kararlar “ülkenin zenginliğinin birkaç kişi ve şirket” arasında el değiştirmesini önlemeyi amaçlamaktadır.

Yerli üretimin desteklenmesi şarttır. Ülkenin açık bir pazar haline getirilip alım gücünün dibe çekilmesi ve zenginliğin tabana yayılamıyor olmasının önüne geçmek bakımından mutabakat metnindeki kararların acilen hayata geçirilmesi gerekmektedir. Özellikle “Kur Korumalı Mevduat” sistemi gibi ülkenin kaynaklarının haksız bir şekilde birilerine aktarılmasına neden olan büyük hatadan dönülmesi şarttır.

Kanal İstanbul başta olmak üzere sadece ranta dayanan ve ekonomiye hiçbir faydası olmayan projeler sonlandırılarak yerine daha yararlı ve ekonomiye direkt etki edecek projelerin hayata geçirilmesi elzemdir. Bu bağlamda mutabakatta yer alan tarım ve hayvancılık ile ilgili alınan kararlar oldukça yerindedir. Değeri ileriki yıllarda daha iyi anlaşılacaktır.

Kamuda “çoklu maaş” döneminin sonlandırılması ve Varlık Fonu’nun kapatılması, ülkenin varlıklarının belli kişilere peşkeş çekilmesini önleyecektir. Bu durum, vicdanları yaralayan bir konudur. Şeker başta olmak üzere temel besin maddelerinin devlet garantisi ile tekrar üretilecek olması da ayrıca vurgulanması gereken bir husustur. Ayrıca gıda fiyatları ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. Bu fiyatlar üzerindeki tekelin kaldırılması ancak bu yolla mümkündür. Zira konu “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler, porsiyonları küçültsünler” boyutuna geçmiştir.

SAĞLIK

Şehir hastanelerinin hantallığı ve binaların sürdürülemez bir beton yığını haline geldiği açıktır. Bunların ıslahı ve yüklerinin azaltılması açısından kapatılmış olan devlet hastanelerinin tekrar hizmete açılması özellikle şehir hastanelerine uzak mahalle ve bölgelerde oturan insanların sağlık hizmetine ulaşması bakımından önemlidir.

Sağlık çalışanları ve hemşireler için yapılması planlanan iyileştirmeler de hizmet kalitesini artıracaktır. Sağlık çalışanlarının ötekileştirilmeden kendini değerli hissetmeleri sağlanacaktır.

EĞİTİM

4’lü eğitim sisteminin yerine getirilmesi planlanan 1+5+4+3 sistemi pedagojik açıdan daha doğrudur. Uzun süreli zorunlu eğitimin olumsuzlukları ortadayken   mevcut sistem gelişim psikolojisine aykırıdır. Eğitim, ciddi manada ihmal edilmiş görünmektedir. Bununla ilgili alınacak olan her türlü iyileştirme gelecek planlaması açısından hayati öneme haizdir.

KPSS ve benzer merkezi sınavların güvenliği ve değeri vurgulanmıştır. Bu noktada mülakat zulmüne son verilmesi yerinde bir karardır. Bir bakıma nepotizm yasası denilebilecek kamuda akraba istihdamının önüne geçilecek olması önemli bir müjdedir. Merkezi Sınav Sistemi şaibelerden bir türlü kurtulamamıştır. Bu metin ile gençliğin adalet ve şeffaflık beklentisi sağlanacaktır. Üniversiteleri YÖK’ün tasallutundan kurtarmak ve akademisyenlerin üniversitelerin yönetiminde söz sahibi olması da ayrıca önemli bir husustur.

DIŞ POLİTİKA

İsrail-Filistin arasındaki çözümsüzlüğe karşı iki devlet vurgusu Saadet için pek kabul edilebilir gibi görünmese de kısa vadede Filistin’in güçlendirilmesine hizmet edecekse değerlendirilebilir. Zaten HAMAS da işgalcilerin 1967 sınırına dönmesini talep etmektedir. Bu madde bağlamında alınacak kararlarda Filistin’in bağımsızlığının vurgulanmış olması önemli bir gelişmedir.

Dış politikada yürütülen agresif ve hamasete dayalı tutum yerine barışçıl ve gerçekçi çözümlerin vaat ediliyor olması da önemlidir. Bu aynı zamanda mülteci krizinin çözümü açısından da olmazsa olmazdır. Sınır güvenliğimiz bir beka sorunudur ve ciddiyetle ele alınmalıdır. Yabancı düşmanlığı yapılmadan rasyonel ve insancıl çözümlerin hayata geçirilmesi Millet İttifakı’nın önceliğidir. Başta Aselsan olmak üzere savunma sanayisine yatırımlar güçlendirilerek devam edecektir.

AB’ye üyelik konusu kendi milli ve manevi değerlerimizden ödün vermediğimiz ölçüde değerlidir. Zira üyeliğin muhtevası evrensel hukuk ilkelerinin hayata geçirilmesi üzerinden sürdürülecekse destek verilmelidir ki, metindeki vurgu da bu yöndedir. Türkiye, kendine has karakteristiği ile vazgeçilmez bir konuma ve yüksek değerlere sahip bir ülkedir.

GÜVENLİK

Genelkurmay ile ilgili alınan kararlar eski askeri vesayeti hortlatabilir endişesine neden olsa da güçlü ve bağımsız bir parlamenter sistemde askeri vesayetin etki etmesinin mümkün olmadığı ortadadır. Demokrasinin, hak ve özgürlüklerin teminat altına alındığı hiçbir sistemde askeri vesayet etkili olamaz.

Askeri vesayetin etkili olduğu sistemler, daha ziyade hukukun yozlaştığı ve demokrasinin devre dışı kaldığı ülkelerdir. Ayrıca şu anki durum daha kaotiktir. Zira savunma bakanı, parti il başkanı gibi hareket etmek zorunda bırakılmıştır. Nitekim parti gençlik kollarıyla toplantılar yapılmaktadır. Sınırları belli ve hukuki olarak da teminat altına alınan bir askeri sistem zarar değil, yarar getirir ki bu beka sorununa dair en etkili yöntemdir.

Tank-Palet fabrikası başta olmak üzere Türk Telekom, Turkcell, limanlar ve havaalanları gibi hayati öneme sahip yerler hızla millileştirilecektir. Her durumda yerlilik ve millilik vurgusu yapanların devleti getirdiği durumun izahı yoktur. Askeri liselerin ve harp akademilerinin tekrar açılması ordunun ihtiyaç duyduğu kalifiye eleman ihtiyacını karşılayacaktır.

Bununla birlikte iş hayatı, ailenin korunması, çevre (ormanlar ile ilgili alınan kararlar), nükleer enerji, uyuşturucu ile mücadele, TRT ve AA’nın özelleştirilmesi, KYK kredilerinin ve bursların artırılması, eğitimde KDV indirimi, YÖK’ün durumu ile ilgili alınan kararlar şeklinde uzayan bu liste açıkçası Saadet Partisi’nin bir seçim programını andırmaktadır.

Sonuç olarak; metinde yer alan bazı hususlar tartışmaya ve eleştiriye açıktır. Hükümet programı sayılabilecek bir metni Saadet Partisi tek başına hazırlasaydı bile ancak birkaç madde/başlık değişik olurdu. Millet İttifakı’nın “Ortak Politikalar Mutabakat Metni” bu şartlarda olabileceklerin en iyisi diyebiliriz.

Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 02.02.2023

Seçime birkaç ay gibi bir zaman kaldı. Buna rağmen sanki kampanya başlamış ve birkaç hafta sonra seçim yapılacakmış gibi ülke tartışma zeminine ve yarış atmosferine girmiş durumda.

İktidar, -sanki işbaşında değilmiş gibi- her fırsatta ülke yönetiminin kendisine devredilmesini istiyor. “Yeter! Artık Söz Milletin!” tam da muhalefetin kullanması gereken sloganı kullanmaları şayet işgüzarlık veya iş bilmezlik değil de bilinçli tercih ise hayli ilginç. O dönemi yaşamamış milyonlarca insanın bile yüreğinde hissettiği bu ifadenin içerdiği mesajla meydanlarda gerilim dozunun hayli yüksek olacağı anlaşılıyor. Çünkü o slogan tarihi süreçte bir devrin kapanıp bir başka devrin açıldığı dönemi ifade etmektedir.

Sanki 20 yılı aşkındır iktidarda olan kendileri değil, bütün bu yaşanan olumsuzluklar ve başarısızlıklarda hiçbir ilgileri, sorumlulukları yokmuşçasına vaatleri sıralayıp tüm problemleri çözeceklerine dair söz veriyorlar.İktidar cephesinde değişen bir şey yok. Giderayak kesenin ağzı açıldı, “Asla yapılmayacak, ülkenin felaketine sebep olur” dedikleri şeyleri yapmaya başladılar. Bu kadar zamanda çözemedikleri sorunları bir dönem daha iktidar olurlarsa çözeceklermiş!

ELDE EDİLEN KAZANIMLAR!

Gelelim muhalefet cephesine. En büyük eleştiri, görüldüğü kadarıyla cumhurbaşkanı adayının belli olmaması üzerinden yapılıyor ve muhtemel adaylar üzerinden de büyük fırtınalar kopartılıyor. Onlar adayın nasıl bir niteliğe sahip olması gerektiğinden ziyade kim olacağına takılmış durumdalar. Bu ise onların ilke bazlı değil şahıs bazlı politika güttüklerinin bir göstergesidir. Millet İttifakı bileşenlerinden meydana gelen bazı çıkışlarda doğrusu ittifak bloğunu sıkıntıya sokmuyor değil. Birilerinin parti içi hesaplaşmalara girdiği veya seçim sonrasına ilişkin hedeflerine yönelik birtakım girişimlerde bulundukları anlaşılmaktadır.

Son dönemde yükselen bir tempoyla Saadet Partisi’ne yakın olduğu düşünülen bazı kesimler de “kazanımları kaybetmeyelim” büyüsüne kapılarak parti sözcüsü gibi davranıp garip açıklamalarda bulundukları gözden kaçmıyor.

Evet, kazanım dedikleri şey; başörtüsü sorununun çözülmesi, imam hatiplilerin üniversiteye girişi ve Ayasofya Camii’nin ibadete açılması. Tabii ki bu ve benzeri konulardaki ilkesel duruşumuz net ve olumludur.

Ancak şunu da unutmayalım ki 20 yıllık süreç, birkaç icraatla geçiştirilemeyecek kadar uzundur. Vaktiyle Türkiye’nin en önemli Amerikanlaşma dönemi sayılabilecek Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 1950-60 yılları arasında “ezan Arapça okundu” diye milletin gazı alındı ve birçok şey feda edildi. Geriye yalnızca ülkenin heba edilmiş yılları kaldı. Ekonomiden eğitime, sağlıktan tarıma, üretimden istihdama, askeriyeden istihbarata kadar her şeyin Amerika’nın kontrolüne girdiği söz konusu dönem, o ezanla teskin olduğumuz dönemdir. Şimdi de, “Ezanı susturamayacaksınız! Bayrağı indiremeyeceksiniz!” diye başlayan klişe slogan da boşuna o dönemi çağrıştırmıyor. Öyle ki sanki ezanı susturan, bayrağı indiren var!

Bugün de benzer bir durum maalesef ki yaşanıyor. Zaten ülkenin yaşadığı 28 Şubat direnci sonrasında iktidara kim gelirse gelsin başörtüsü sorunu çözülecekti. Bu durum ne kadar bir kazanım olursa olsun 20 yılın heba edilmesine gerekçe olamaz.

HEBA EDİLEN FIRSATLAR!

Kazanımlardan bahseden arkadaşların öncelikle ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, dev şirketlerinin, bankalarının, borsasının ve iletişim sektörünün yabancılara satılmasıyla ilgili ne düşünüyorlar acaba?

3 Kasım 2002’de iktidara gelip 20 Mart 2003’te Irak’ın işgaline, NATO üssü İzmir’den kalkan uçaklarla Libya’nın bombalanmasına (Mart 2011), devr-i iktidarları döneminde İslam âleminin kan gölüne dönmesine katkı sağlandığı, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) başkanıyız” denilerek sırtlarına yüklenen gururla üstlendikleri görevi yerine getirdiklerine ne diyecekler?Suriye’de, “Şam’da Cuma’yı kılacağız! Humus kırmızıçizgimizdir! Hama’da babanın yaptıklarını tekrarlamana müsaade etmeyeceğiz! Halep içişlerimizdir!” deyip hedef gösterircesine milyonlarca Suriyelinin perişan olmasına, ülkesini terk edip mülteci duruma düşmesine ve yüz binlerin ölmesine neden olmalarına ne diyecekler?

Önce, “Rejimin karşısında olan herkesi destekleriz” deyip; sonra davul zurna halayla PKK’lı teröristlerin ve dünyanın her tarafından gelen karanlık güçlerin Suriye’ye geçişine göz yumup sonra da askeri harekâtlarla kendimizi ateşin içinde bulduğumuz biliyor olmalılar.

YERSİZ ENDİŞE; GÜZEL DEĞİŞİMİN HABERCİSİ

Bu dönem birkaç kazanım olsa bile maalesef ki değerlerimiz kökünden sarsılmıştır. Bugün en güvenilmez, hırsız, arsız, yolsuz tiplemesine maruz kalan kişiler maalesef inancı dünyevi menfaatlerine kalkan kılan ve dini siyasete alet eden kimseler oldu. Kaldı ki ekonomiden dış politikaya, eğitimden tarıma hangi kazanımlardan bahsedebilirler bilemiyoruz.

Evet, eskiden meyhaneden çıkan adamlar banka müdürü yapılıyordu, şimdi ise Cuma’dan çıkanlar… Ancak faizci, kapitalist, sömüren, ezen düzen aynen devam ediyor. Mesele banka müdürünün değişmesi değil faizin kökten kaldırılmasıydı.Hükümetin karnesinin durumu ortadayken ve bu konuda iktidarın endişe edip tedbir alması gerekirken, mütedeyyin kitlenin panik ve endişesini anlamak oldukça zor. Onlar hangi kazanımlarını kaybetmekten korkuyorlar! Kraldan fazla…

Ülkenin iki kutuplu bir hale getirildiği ve kurumların içinin boşaltıldığı bir süreçte, iktidar değişimi kaçınılmazdır. Bu tür uzun süreli iktidar devirlerinde önemli olan geçiş sürecinin yumuşatılması ve mütedeyyin kitlenin masada söz sahibi olmasıdır. Böylece halkın yeni yönetime dair endişeleri giderilip geleceğe umutla bakmaları sağlanır.

SAADET’İN TARİHİ DURUŞU VE İTTİFAKLAR

Temiz mazisiyle engin ittifak kültürüne sahip bir camia olarak Saadet Partililer, geçmişten günümüze bu tür durumların tümünde verdiği sözün arkasında durur. Nitekim bütün işbirliklerinde, ortaklıklarda elde ettiği başarının temelinde de bu duruş yatmaktadır.

Henüz aday belirlenmemişken, mühendislik çabalarına girenler ancak günü kurtarma derdinde olanlardır. Bugün meselelere doğru bir bakış açısı ile yaklaşmak, çözüm odaklı olmak, günlük çıkarları bir kenara bırakarak geleceği düşünmek hayati derecede öneme haizdir. Meselelerin aslını bilmeden, perde arkasında olup bitenlerden haberdar olmadan kimse Saadet’e akıl vermeye kalkışmamalıdır.

Saadet Partisi bugüne kadar hangi konuda tavır almış ise hepsinde haklı çıktığı gibi bugünkü siyasi duruşundan da haklı çıktığını her zamanki gibi tarih gösterecektir!

 

Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 26.01.23

Yeni yılın girişiyle beraber kamu ve özel sektör çalışanlarının maaşlarının yeniden belirlendiği bir zaman dilimindeyiz. İşçi sendikasından kimse olmadan, kamu ve işveren temsilcilerinin katılımıyla asgari ücret açıklandı. Zam oranı piyasa beklentilerinin biraz üzerinde gerçekleşse de verilen zam yine de açlık sınırının altında kaldı.

Memur zamlarında da aynı artış umudu olduysa da açıklanan oran, beklentilerin hayli altında kaldı. Büyük gürültü kopacak diye beklenirken anket sonuçları mı yoksa “ülkede her şey bir kişinin lütfuyla gerçekleşiyor” imajı verilmek istenmesiyle mi bilinmez bir gün sonra yüzde 5 daha artırıldı. Bir gecede ne değişti?

Bütün icraatlarda olduğu gibi maaş orantılarında da yalnızca seçime endeksli, sandığa yönelik bir çalışma yapıldığını söylemeye gerek yok.

YÜKSEK ENFLASYON

İşin püf noktasında esas sorulması gereken soru şu; neden maaşlara yüksek oranlarda zam yapılmak zorunda kalınıyor? Paramızın değer kaybetmesine paralel, iyileştirmeye etkisi olmayan bu artışı zorunlu kılan nedir? Cevap herkesin bildiği gibi basit; Ülkede yüksek enflasyon var, ekonomi kötü yönetiliyor. Bütçeyi sömüren, büyük oranlarda faize akan ödemeler var. İsrafın, hesap bilmezliğin daniskası yaşanıyor. Ekonomide bir türlü dikiş tutturulamıyor, yamalar kapanmadığı gibi bilakis daha da artarak devam ediyor. Türkiye, Arjantin ve Venezuela gibi dünyada en yüksek enflasyon oranına sahip ülkelerden birisi. Böyle olduğu için de ne kadar zam yaparsanız yapın alım gücü artmıyor.

Enflasyon rakamları ilgili kurumca her maaş döneminde düşük açıklanıyor. Rakamlarla oynanıyor, manipüle ediliyor, böylelikle çalışanlara düşük zam veriliyor.

Bu noktada TÜİK gibi bir kurumun açıklama yapmasına, açıkçası kimsenin yalancı şahitliğine de gerek yok. Çarşı pazara çıkan herkes iğneden ipliğe tüm ürünlerdeki fahiş zamları hissediyor ve görüyor.

Araç muayeneleri, pasaport, iletişim gibi kamunun alacağı vergilerde/gelirlerde yüzde 100 ile yüzde 300 oranında astronomik artışlar uygulanırken, kendi ödemelerine/ödevlerine gelince maliyeye yük olacağı, hazineyi sıkıntıya düşüreceği gerekçeleriyle ince hesapların içerisine giriliyor. Keşke faiz ödemelerini de bu kadar dert edinip, çözseler.

Ülkedeki kriz maalesef palyatif tedbirlerle atlatılmaya çalışılıyor. Fiyat sabitlenerek bazı kalemler sübvanse edilerek durduruluyor. Serbest piyasa ekonomisinde bazı sektörlere ve firmalara gözdağı verilerek, tehditle fiyatları sabitlemeye çalışıyorlar. Ama nereye kadar bu gidişata dur denilebilir ki.

EYT MUAMMASI

Geçtiğimiz hafta Emeklilikte Yaşa Takılanların (EYT) durumu da açıklandı. Ülkede 5 milyon 850 bin çalışanı ilgilendiren EYT’den 2 milyon 250 bin kişi emekli oluyor. Bu da yine çifte standartlı bir tavrın neticesi, yansıması. Sayın Cumhurbaşkanın geçmişte yaptığı bir konuşmasında, “Seçim kaybedeceğimi bilsem bile EYT çıkmamalı, bu ülkeye ihanettir” derken, bu kararın değişimindeki niyet de ortaya çıkıyor. Belli ki burada hedef, mağdur bir kitlenin mağduriyetini gidermek, adaleti sağlamak, hakkı iade etmek değil, sadece seçim endeksli bir çaba.

Senelerdir kulak tıkanan düzenleme, apar topar gündeme getirildi. Hazineye maliyeti, sosyal güvenlik kurumuna etkisi falan bir tarafa bir gün farkla kaçırılan emeklilik -8 Eylül 1999 tarihinde işe girenle 9 Eylül 1999 tarihinde işe giren arasında- 15-20 yıl gibi bir farkın olması da huzursuzluğu ve haksızlığı beraberinde getiriyor. Bu durum yeni tepkileri doğuracak gibi gözüküyor. Halbuki kademeli bir düzen ile herkese yansıyacak bir çalışma pekâlâ yapılabilirdi ve yaş sınırı konsa bile kimse bundan rahatsız olmazdı.

Biz bir yasayla ilgili dönüşten bahsediyoruz da kamuoyu değişik alanlardaki dönüşlere alışkın. Geçmişte Sisi’ye yapılan efelenmelerin sonucunda tokalaşma, Suriye’de Beşar Esad’a savrulan tehditlere zeytin dalı uzatıp görüşme talebi gibi bütün politikalarda rahatça ‘U’ dönüşü yapıldığı gibi burada da pekala yapıldı.

 EMEKLİLER VE ASGARİ ÜCRET

Asgari ücrete verilen zam halen açlık sınırının altında ancak daha fecisi emeklilerin durumu. Emekli maaşlarının asgari ücretle orantılı şekilde sabitlenmesi gibi bir düzenlemeye ihtiyaç var. Bu kesim hayli ezdirilmiş, hayat standartlarının çok çok altında yaşamaya mahkum edilmiştir. EYT ile emeklilik hakkı elde etmiş olanlar bile alacakları maaşın düşüklüğü nedeniyle sevinemiyor ve emekli olmaktan çekiniyor. Kaldı ki emekli olanların maaşı yetmeyeceğinden ikinci bir iş yapmak zorunda kalacağı için istihdam açığının daha da artmasına neden olacaktır.

Memur, işçi ve emeklinin hakkını korumakla yükümlü sendikaların durumları da kamuoyunda tartışılır hale gelmiştir. Sendikaların renklendirilmesi(!) iktidarın arka bahçesi konumunda görünmesinden kaynaklanmaktadır. Önüne getirilen her teklife kayıtsız şartsız imza atan, üyelerin hakkını savunamayan, alınan kararları ayakta alkışlayan imajı, üyeleri açısından sorun teşkil ediyor. Sendikaları bu duruma düşürenler, yaklaşımlarıyla destekçilerini zor durumda bırakmaktadır.

Özetle, seçime ve uçuruma doğru dolu dizgin gidiyoruz. İktidar seçimi kaybedeceği korkusuyla elindeki bütün kozları oynuyor, feveran içerisinde telaşla yanlış adımlar atıyor, ülkenin geleceğini tehlikeye sokuyor. Sadece tribünlere oynuyor, ülkenin sorunlarına çözüm bulmak, kalkındırmak, refah seviyesini yükseltmek, kişi başına düşen milli geliri yükseltmek, acılara/yaralara merhem olmak, yerine günü kurtarma peşinde. Çalışanlara asgari değil insani ücret ödemek yöneticilerin temel/asli vazifesi olduğu unutulmamalıdır.

Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 5.1.23

Hayat su gibi akıp gidiyor, 2022 yılı da sona eriyor. Her yılın sonunda genel bir değerlendirme yapılır. 2022 yılı özetle hem dünya hem de ülkemiz açısından hiç de iç açıcı değildi. Pandemi sonrası hayatın normalleşmesini beklerken daha gergin ortamlara maruz kaldık.

Ülkemizde, 2022’nin en başarılı yönü nedir derseniz “algı kontrolü” denilebilir. Öncelikle ekonomi alanında enflasyonun 20 yıl sonra 2000’li yılların öncesine döndüğünü gördük. Devletin resmi araştırma kurumu TÜİK ile bağımsız araştırmacıların enflasyon oranlarındaki fark kıyas bile edilemeyecek düzeye çıktı. Çarşı-pazar fiyatlarıyla ekranlara yansıyan rakamlar arasında derin uçurumlar oluştu.

2022 yılında TÜİK, ülkenin en tartışmalı kurumlarından birisi oldu. Başkanı, başkan yardımcıları sürekli değişti. Kamuoyunu sarsacak manipülasyonlara imza attılar.

Bugün sadece 20 yıl öncesine dönmedik. 20 yıl önce enflasyon vardı ama kamu kuruluşları da kamuya aitti. Şimdi dev tesisler, KİT’ler satıldı. Geleceğin teminatı, ekonominin bel kemiği olan yapılar elden çıkarıldı.

Rusya, Ukrayna saldırısında dış politika açısından İHA ve SİHA’larla iki ülke arasında kısmen arabuluculuk rolünün üstlenilmesi gibi görüntüyle başarılı olduğu söylenebilir. Ancak bütünüyle dışa bağımlı bir ülke olduğumuzdan tahıl koridoru açılıncaya kadar savaş sanki ülkemizde oluyor, bombalar tepemizde patlıyormuş gibi ekonomik sarsıntıyı/acıyı hissettik.

Marketlerde-raflarda yağ yağmalanmasına şahit olduk. Paramızın aşırı değer kaybetmesiyle komşu ülkelerin vatandaşlarının market ve pazar alışverişlerini ülkemizden yapmasıyla avunur olduk. Tarım ve hayvancılıkta hayli geriledik. Yem ve gübre fiyatları fırladı, süt hayvanı masrafları karşılanamadığı için kesime gitti. Süt fiyatları da astronomik derecede yükseldi. Ülke tarihinde belki ilk defa peynir fiyatı, eti geçti.

DIŞ POLİTİKA

Algı, her alanda olduğu gibi dış politikada da hayli yoğun geçti. Uzunca bir süre Yunanistan’a savaş salvolarına şahit olduk. “Bir gece ansızın gelebiliriz” tehditlerini duyduk. Duyan gören de sanki her an Yunanistan’ı tarih sahnesinden silecek bir operasyon başlayacak sandı. Dış politikamız tamamen hamaset üzerine kuruldu/dönüştürüldü.

Yunanistan’dan netice alınamayınca Suriye’ye yöneldik. Suriye’de yapılacak operasyonla “herkese kafa tutan herkese savaş açan” bir psikoloji ile başıboşluk içerisinde bir yönetime şahit olduk. Neredeyse her ay bir ülkeye savaş tehdidine alıştık. İlk önceleri tüm dünya bizi ciddiyetle takip ederken sonrasında savrulan tehditlerin boş olduğunu görünce onlarda takmaz oldular.

Gündem hızlı değişti. İş başındakiler başarısızlıklarını örtbas etmek için yapmadıkları atraksiyon kalmadı. Hele de kontrollerindeki yandaş iletişim mecralarıyla ve havuz medyasıyla her geçen gün akla hayale gelmeyecek farklı algı operasyonları yaptılar.

EKONOMİ

Ekonomideki büyük sıkıntılara rağmen sağlıklı karar almamaya, israfa-şatafata, yolsuzluğa, beton ekonomisine, uçuş garantili havaalanı, geçiş garantili köprü, araç garantili yol, hasta garantili hastane yerine fatura yalnızca üç harflilere yıkılarak işin içinden sıyrılmaya çalıştık. Hemen her alanda olduğu gibi bu yıl da ekonomik istatistikler tamamen algı üzerine kuruluydu.

Ekonomi uzmanıyım diyerek tüm dünyada alınan kararların tersine politikalar uygulandı. Söz dinlemeyenler görevlerden alındı. Tüm uyarılara kulak tıkandı. Hatta bazı ekonomistlere yaptıkları açıklamalarından dolayı davalar açıldı, troller tarafında sosyal medyada linç kampanyalarına maruz bırakıldılar. Katar’dan, Rusya’dan, Çin’den, Suudi Arabistan’dan, Birleşik Arap Emirliklerinden ve hemen her yerden çok ciddi oranda borçlanma ve beraberindeki karanlık ilişkiler hayli yükseldi.

GAZ

Yıl boyunca hemen her hafta yeni bir kaynak müjdesi ve gaz çıkarma haberi aldık. Bu haberler artık o kadar ileri gitti ki inandırıcılığını yitirdi, hatta alay konusu oldu. Çünkü her müjdeden sonra değişen bir şey olmaması bir yana bazı ürünlere zam geldi. Her seferinde keşfedilen rezervler bir öncekini birkaç kat katlayacak büyüklükteydi. Şu kadar milyar metreküp doğal gaz daha bulundu. Dünyada bu kalitede başka gaz-petrol yok manşetleri atıldı. İnandık!

Ortaya atılan rakamları doğru kabul ettiğimizde bile gazı bulmak, çıkarmak güzel de asıl önemli olan bu kaynakları doğru kullanmak. Nitekim petrol devi Venezuela’nın yaşadığı zorluklar ortada. Dünyanın en değerli madenlerini barındıran Afrika ülkelerinin durumu hiçte iç açıcı değil. Önemli olan madenleri kimin işleteceği ve üretimin hazineye katkısının ne olacağıdır.

GÖÇ

Ülke tarihinde olmadığı kadar göç gündemimizde bir şekilde yer aldı. Geçtiğimiz yıllarda savaşın etkisiyle tepemize bombalar yağarken yaşanan göç, halkı bu kadar gündeminde değildi. Ancak bu yıl Afganistan-İran hattından sosyal medyada yer alan görüntüler halkı hayli tedirgin etti. Bir yandan da yabancı düşmanlığı körüklendi. Toplum psikolojik olarak pimi çekilmiş her an patlamaya hazır bir bomba haline büründü.

Bugün sınır güvenliği hususunda tarihin en zayıf noktasındayız. 2022 yılı sınır güvenliğinin bütünüyle iğfal edildiği bir yıl olarak güvensiz sene olarak tarihe geçti. Göç konusunda karnemiz bayağı zayıf çıktı. Dış politikadaki zikzaklar aynen devam etti.

AK Partinin -son birkaç yıldır- adeta “beka”sı haline gelen Rabia işareti yerle bir oldu. Katar’daki futbol maçında Mısır’ın darbeci Cumhurbaşkanı Sisi ile sürpriz el sıkışma pozu tüm dünyaya servis edildi. Artık Mısır’da yaşanan trajedi, sessiz çığlıklar, katliamlar, idamlar, yerini Sisi ile el sıkışan kareye bıraktı. Kaşıkçı cinayetiyle donan Suudi Arabistan’la ilişkiler normalleşme sürecine dönüştü. Beşar Esad ise Türkiye ile görüşmeyi kabul etmediğinden şimdilik -dış politikadaki başarılı hamleler!- askıya alındı.

Evet özetle 2022 yılı pek çok alanda başarısız bir sosyal felaketler yılı olarak tarihe geçti. 2023 yılı ise en az 2022’i kadar hareketli geçecek gibi gözüküyor. İlk yarısında seçim yapılacağından çok daha fazla tedirgin dönemin olacağı aşikâr. Umarız gelen gideni aratmaz. Önümüzdeki dönem mutlu, aydınlık yarınlara açılan bir yıl olur.

Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 29.12.22

Bir haftayı aşkındır İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı hakkında mahkemenin verdiği kararı kamuoyu sahada ve ekranlarda tartışmaya devam ediyor. Öncelikle şunu net olarak belirtmek gerekir ki “hukuk, herkese her zaman lazımdır” ve değil ki sadece Yüksek Seçim Kurulu üyelerine, yargı mensuplarına; herhangi bir kamu görevlisine veya başka bir kimseye hakaret kimsenin özgürlük alanı değildir.

Ancak çok daha beterine, belediye başkanından daha yüksek makamlarda oturanlardan(!) şahit olduğu halde onların hiçbirisine ses çıkarılmayıp sadece muhalefetten birine yargının devreye girmesi, soruşturmaların açılıp cezanın verilmesi adalete olan güveni sarsıyor.

Madem ceza verilecekti, karşılıklı olarak kullanılan “ahmak” sözünden değil herhangi bir idari tasarrufundan, ihalede usulsüzlük kamu zararı gibi, gerekçeyle verilseydi, inandırıcı olurdu. Çünkü kitle, her şeyi kayıtsız şartsız kabule dünden hazır.

HUKUKİ DEĞİL, SİYASİ SONUÇ

Ne var ki bugün, yargının hak ve hukuka uygun karar verip vermediğinden ziyade, kararın “siyasi sonuçları” tartışılıyor. Şu an ağzı yananlarla karşıt olup geçmişte ağzı yananlar, kararın hukuka uygunluğunu tartışmaya değer bulmuyor. Zaten kararın hukuka uygun olup olmadığı tartışma konusu değil.

Esasen üzerinde durulması gereken şey bir tripod bir kamerayla seri numarasına, plakasına, konşimentosuna kadar afişe edilen; uyuşturucu baronlarının gemilerine ilişkin herhangi bir soruşturma açılmazken, dansözlü odalarda ortaya çıkan görüntülere, yolsuzluklara ve hatta işkence suçlarına ilişkin bir işlem yapılmazken, bir belediye başkanına bu tür bir davadan hüküm giydirilmesi doğal olarak vicdanları yaralıyor.

Geçmişte de Yargıtay’daki belli mihrakların desteğiyle imam hatiplilere yönelik, başörtülülere karşı baskıcı, dayatmacı, hukuksuz, vicdanı yaralayan kararlar alınmıştı. Sanki bugün de durum pek farklı değil. Yargı hiç kimse için tehdit ve şantaj unsuru olmamalı. İktidar gücünü ele geçirenler, gidip de bunu intikam aracı olarak kullanmamalıdır.

Burada belli ki hedef, siyasi veya ideolojik olarak kendisi gibi düşünmeyen herkesten hesap sormak. Hukukun gücünü sopa olarak kullanarak   hukuksuzlukta sınır tanımama ve devletin bütün imkânlarını, bir partinin/kurumun hegemonyası altına alma gayreti olduğu görülüyor. Asıl ifade etmek istediğimiz mesele güç birilerinin elinde silah olarak kullanılmamalı.

FARKLI DÜŞÜNENLERE TAHAMMÜLSÜZLÜK

Kendileri gibi düşünmeyen herkese suçlu muamelesi yapılması kabul edilemez. Bugün anlaşıldığı kadarıyla bir suç ihdas ediliyor ve ardından cezalandırma gerçekleşiyor. Burada mesele bir şahsın yargılanmasından daha ziyade, hukukun egemen kılınmasıdır. Bu vaziyete göre güç kimde ise hukuku o silah olarak kullanacaktır imajı ve anlayışı ülkeye yarar getirmez.

Geçmişte de pek çok örneği   görüldüğü gibi bu tür bir karar insanları hırçınlaştırmaktan, kamplaştırmaktan ve bulundukları ortama konsolide etmekten başka bir işe yaramaz. Görevdeki birinin beceriksizliklerini örtmekten başka bir işe yaramaz ve tarih tekerrürden ibarettir.

Bu kararı kim, nasıl aldı bilmiyoruz. Çeşitli senaryolar yazılıyor. Sayın Cumhurbaşkanı’nın gerçekten takdir, tasvip veya telkiniyle mi alındı? Böylece bir şahsın siyasi yasaklı hale getirilip belediye başkanlığının sona ermesi, hatta muhtemel cumhurbaşkanı adaylığının bertaraf edilmesi mi söz konusu olacak? Yoksa tüm kurumları aşan birtakım derin mahfiller Sayın Erdoğan’a rağmen rakibini güçlendirecek ve Erdoğan’ı zor durumda bırakacak, vicdanlarda kabul görmeyecek karar mı aldılar, bilmiyoruz. Sonuç   her iki ihtimal de birbirinden fenadır. Sen yaptıysan kötü, sana rağmen yapıldıysa daha kötü!

Bu konuda fikir yürüten, senaryoyu yazan herkeste farklı planlar var. Hangisi doğrudur bilemiyoruz ama bildiğimiz bir şey var ki; adalet herkese her zaman lazımdır. Buradan bir mağduriyet algısı oluşturarak siyasi yasakla bir insanı kahraman yapmaya çalışmak gereksiz bir uğraştır.

Davanın sonucunu kullanarak Altılı Masa’ya sabotaj girişimi yapan   kaybeder. Burada çok karmaşık bir döneme doğru adım adım gittiğimiz net biçimde ortadadır. Netice itibarıyla toplumun huzurunu bozmaya, hukuka olan güveni sarsmaya, geleceğin karanlık olmasına ve insanları umutsuzluğa sevk etmeye kimsenin haddi ve hakkı yoktur.

Doç. Dr. Necmettin Çalışkan 22.12.22

Son günlerde Çin’de yaşanan korona ile mücadele sürecinde tam kapanma, evlerin kapısına kilit vurularak insanların evlere hapsedilmesi ve insan hakları ihlallerine dair görüntüler tepkilere neden olmuştu. Yaşanan trajedi bunlarla sınırlı olmadığı gibi Çin’in iç politikası da değildir.

Kuzey Kore lideri Kim Jong-un hiçbir eyleminin eleştirilememesi, mütemadiyen tehditleriyle dünyayı kana bulama ihtimali, kıtalar arası yaptığı füze denemeleriyle dünyayı ateşe verecek görüntüsü ekranlarda zaman zaman yayımlanıyor.

Rusya/Putin örneğini de görüyoruz. Büyük bir hırsla ve kimsenin bilmediği bir gerekçeyle üçüncü dünya savaşının fitili sayılabilecek bütün dünyayı etkileyen Rusya-Ukrayna Savaşı’nı başlattı. Bu savaşla yeryüzünde kıtlık krizi baş gösterdi. Yüzbinlerce asker öldü, milyonlarca insan ülkesini terk etti. Rusya’da alınan seferberlik kararıyla ülke perişan durumda.

Bunlar bizde yaşanmasa da sınırsız/sorumsuz yetkilerle donatılmış tek adamla yönetilen ülkelerin ne hale gelebileceği görülüyor. İnsan hak ve özgürlüklerinin ihlal edildiği, baskıcı rejimlerin hepsi tek adamla yönetilen yerler olması da tesadüf değil. Batılı yönetim modellerinin ideal bir sistem olduğu iddiasında değiliz. Ama zararları mukayese edildiğinde kontrolsüz mutlak güçle yönetilen ülkelerin, halklarını ve dünyayı nasıl felakete sürüklediği açıktır.

YENİ ANAYASA ÖNERİSİ

Son günlerde ülke gündemindeki Altılı Masa’nın anayasa önerisine ilişkin aldığı kararın küçümsenmesine karşılık, ülkenin kaderinin bir kişinin iki dudağı arasına bırakıldığında yaşananlar ortadadır.

Bugün geldiğimiz noktada insanların temiz duygularla ve iyi niyetlerle desteklediği sistemin anlatılandan çok farklı olduğu, beklentilerin aksine olumsuz birçok gelişmeyi beraberinde getirdiği görülmüştür. “Ekonomide, kalkınmada ve özgürlükte hızlı kararlar alınacak, bürokrasi hantallığı yok edilecek, bürokratik oligarşi kalkacak” iddialarının hayal ürünü olduğu ortaya çıkmıştır.

İttifakların ve koalisyonun ortadan kalkacağı iddiasının da hiçbir şekilde mümkün olmadığı görüldü. İktidarın bugün kendisiyle taban tabana zıt insanlarla birlikte yol yürüdüğü görülürse ne demek istediğimiz gayet iyi anlaşılacaktır. Başkanlık sisteminde ittifaklar seçimden önce yapılmak zorunda ve yapılan ittifaklar bağlayıcı olmaktadır.

HANTAL BÜROKRASİ VE ZORUNLU İTTİFAK

Mevcut yeni sistemle ikili bir yapılanma ortaya çıktı. İkili bakanlar kurulu; biri Beştepe Külliyesi’ne bağlı başkanlıklar şeklinde, diğeri ise Bakanlar Kurulu. Yüzde 50+1 sağlamak için Meclis içinden koalisyon ortağı ve hariçten derin ortakla en azından “ikili başkan”la iş yürütülüyor.

Milli Görüş lideri merhum Necmettin Erbakan’ın ilk verdiği kanun teklifi, halkın cumhurbaşkanını direkt seçmesiydi. Ancak Meclis’in yetkilerinin kısıldığı bir yönetim modeli öngörülmemişti. Bakan yetkilerinin sıfıra indirildiği, bakanlıkların sıradan bir müdürlük haline geldiği, kimsenin karar alamadığı bir noktaya geldik.

Halkın daha fazla söz sahibi olması beklenirken, halkın temsil edildiği Meclis iradesinin tamamen yok edilmesi, yetkilerin bir kişinin adına kullanıldığı farklı bir bürokratik yapı ortaya çıktı.

Pekâlâ, bu yetkiyi seçilebilecek herkes kullanabilir, KHK’larla bir gecede 10 binlerce insanın memuriyetten ihracı mümkün olabilir. Bugünkü tıkanma bütünüyle Meclis’in -halkın temsilcilerinin- yok sayılmasından kaynaklanıyor.

NE İSTEDİNİZ DE YAPAMADINIZ?

Biri bize şunu söyleyebilir mi? “Başkanlıktan önceki dönemde şunları yapamıyorduk da başkanlıktan sonra elimiz rahatladı.” Bu arkadaşların başkanlıktan önce yapmak isteyip de yapamadıkları bir şey yoktu. Bugün de başkanlık ellerine geçtiği için ekstradan hiçbir şey yapmış değiller. Dün de önlerinde hiçbir engel yoktu bugün de. Ama bugün kontrolsüz bir güç olduğu için bazen ayarı kaçırıp zarara bile dönüşebiliyor. Nitekim KHK ihraçlarında ve birçok hukuksuzluklarda görüldüğü gibi.

Sonuç olarak, Altılı Masa’nın anayasa önerisine sebepsiz saldırının mantığının olmadığı görülüyor. Saadet Partisi cumhurbaşkanını halkın seçmesine karşı değildir. Halkın temsilcilerinin etkisizleştirilmesine karşıdır. Kısa vadeli iç tartışmalara kurban edilen bu konjonktürel durumun ileride ne tür faturalara yol açabileceği de şimdiden hesaba katılmalıdır.

Necmettin Çalışkan 1.12.22